Jorge Luis Borges bir kitabında diyor ki; ‘Kelimeler, ortak yaşanılan anılara ait sembollerdir. Ben bir kelime kullandığım zaman, sizde o kelimenin size çağrıştırdığı herhangi bir tecrübe yoksa, o kelime size bir şey ifade etmez.’ Yeni doğmuş bir bebeği anavatanından uzaklaştırıp başka bir kültürde yetiştirirseniz o kültüre ait dili benimser, anadiline yabancılaşır. Yaşanmışlıkları, tecrübeleri artık o dile aittir. Kültürler arası kelimeler dilin yapısına uygun şekilde anlam değiştirebilir. Saxon dilinde ‘renksiz, rengi olmayan’ anlamlarına gelen ‘bleich’ kelimesi nasıl bir evrim geçirdiyse İspanyolca’ca ‘blanco’ olarak geçip ‘beyaz’ anlamına, İngilizce’ye ise ‘black’ olarak evrilip ‘siyah’ anlamına bürünür. Aynı Çin felsefesinde birbirini tamamlayıp bir bütün oluşturan iki zıt öz gibi, siyah (yin) ve beyaz (yang) gibi, ama ikisi de içerisinde bir diğerini içerir. Aynı Mevlana’nın ‘fihi mafihi’ eserindeki diyalektiğin ‘mefhum-u muhalifinden istihraç suretiyle tefsir’ edildiği gibi zıt kavramlardan çıkarım yapılarak doğru olan kabul edilir. ‘Umutsuzluk’ kelimesi içinde sadece küçük harfleri sırayla okumak değil, ilk iki heceyi gülümseyerek okumak gibi olmalıdır felsefemiz. Eskilerin ‘germ-ü serd’ dediği zıtlık olmalıdır. Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar.
Zıtlığın çekiciliğinden uyumun tekdüzeliğine doğru güzel bir kelime yolculuğuna çıkalım. Oyun da aynı dil gibi insana özgü davranışlardan biri. Her ne kadar ilkel formlarda hayvanlarda da rastlanıyorsa da insanlarda en yetkin düzeye ulaşıyor. Kelime oyunları da, amacı eğlenmek olan her türlü sözcük, harf dizimi, heceleme, zıtlıklar, eğlenceliklerle kendini gösteren bir araç. Neye aracı olduğunun sorarsanız sosyal psikolojinin derinliğinde kayboluruz, ayağımız yere değsin. İngiliz yazar Aldous Huxley der ki; ‘Oyunlar sanat yapıtlarının kimi özelliklerini taşır. Yalın ve açık seçik kurallarıyla belirginsizlikler, düzensizlikler dolu deneyim denizinde yer alan çok sayıdaki düzen adaları gibidirler. Oyun oynarken, hatta başkalarının oyun oynayışını izlerken bile gerçeklerin kavranamaz evreninden, içinde her şeyin açık, kolay anlaşılır ve belli bir amaca yönelik olduğu, küçük, derli toplu, insan yapısı bir dünyaya geçeriz…’
Hasan Pulur’un bir makalesinde rastladığım şu hikaye oldukça ilginçti: ‘Ankara’da bir dairenin memurları can sıkıntısından boş vakitlerini değerlendirmek için bir oyun icat etmişler; herkes bir yazı yazacak, yazıdaki bütün kelimeler aynı harfle başlayacak ve yazının tamamı anlamlı ve tek cümleden oluşacak. Memurlar günlerce uğraşmış ve yarışmanın sonunda jüri üyeleri oybirliğiyle ‘Kadriye kalakaldı’ isimli kısa öyküyü birinci seçmiş. Öykü şöyleymiş: ‘Kadim Konya’nın Karaman kazasının kazancını kaşıkçılıkla kârederek karşılayan kalabalık Kozanlı köyü karakol kumandanı Kantarcıların kara kafalı kolcu Kemal’in kıvırcık kirpikli karısı Keşanlı Kamile’nin kavruk kardeşi Kırşehir’de kalem katipliğinden kovulma kabzımal kel Kerim’in kayını Kıpti klarnetçi kör Kazım’ın kambur kızı kalın kaşlı kıllı Kadriye kütük kalçalı kaynanasını kandırmayı kurarken, kucağındaki kocaman kuyruklu kocamış kurt köpeği kıtmir’in kemik kemirip kaşınırken kedi kılıklı kurbağadan korkup katlı kilime koşarak kaçmasıyla kireç kuyusu kıyısındaki kara koltuktan kalkıp kirli kepçe kulağındaki küçük küpeyi kora konmuş kuzu kavurması kazanında kaybedince karnına kazık kakılmışçasına kızıp kitapsız kocasına kalpten koşarken karanlık kilerdeki koyu katran kovasının karşısındaki kırk karışlık kubur küpünün kırmızı kulpunu kırınca, kibar komşusunun kuru küspe kümesinin köşesinde katılaşmış kardan kayarak kalleş keçilerden kalma kokulu kaz kümesinin kapısının küflü kilidinin küttedek kapanmasıyla kendini kurtaramayıp kapaklanarak kahrından kıçüstü kalakaldı.’ Eğlenceli olduğu kesin, Kadriye hanım’ın bize kattığı şey sadece gülümseme. Amerikalıların pembe diziye verdikleri ‘soap opera’ ismiyle müsemma ‘sabun köpüğü’ tarzında bir eğlencelik. Hepimiz yaptık bir dönem bu oyunlardan. Arkadaşlarla kol kola girerek ‘halis talebeleriz, önümüze geleni tekmeleriz’ tekerlemesiyle önümüze çıkana tekme attığımız kötü şekilde de oynadık. Masumane ‘Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdanmıymışsınız?’ diyerek Türkçe’deki en uzun kelimeyi bulma oyunu da oynadık. Gerçi globalleşmenin gereği olarak ülkelerde ayrılmalar olunca biz de ‘Afyonkarahisarlılaştırabildiklerimizdenmişsinizcesine’ dedik. Gün geldi, ‘Sakla samanı gelir zamanı’ atasözümüzü aynı harfleri kullanarak ‘Aman, akla zam sanısı gelir’e çevirdik, olmadı boşluklarıyla oynayıp ‘sakla samanı, gelir zam anı’ dedik, o da olmadı ‘Saklasam anı, gelir zamanı’ dedik. Baştan sona ve sondan başa doğru okunduğunda aynı anlamı veren cümleler var, bunlara ‘palindromik cümle’ deniyor. Türkçedeki en meşhur örneği ‘ey Edip, Adana’da pide ye’ dir. Tabi Adana’da kebap yemek varken pide yenmez, doğru ama buradaki oyunun amacı tersten ve düzden okunduğunda en uzun anlamlı cümleyi oluşturabilmek. ‘Al kazık çak karaya, kayarak kaç kızakla’ böyle bir cümleyi insan niye kurar ki? Kendi içinde anlamlı ama tutarsız. Okuduğunuzda insanın dudağının bir ucu hınzır bir şekilde kulağına doğru yaklaşıyor ya, ondan oluyor işte. ‘Arazi küçük, iz ara’, ‘neden ama neden’, ‘kim o komik’, ‘takas işi sakat’, ‘kıl arap iki namaz ama zaman iki paralık’, ‘kıza yazık’, ‘itti gitti’, ‘firar eder Arif’, ‘kekik ek’, ‘Altan attan atla’, ‘ey kekeme, kek ye’, ‘e, zaten ne taze’, ‘katıra da radarı tak’, ‘eli bitti bile’, ‘rulo tenekeli yalak içi kalay ile kenet olur’, ‘koyma Vahit, teyp yetti, havam yok’, ‘az ye be Beyza’, ‘at sahibi gibi hasta’ vb. anlamlı güzel cümleler ortaya çıkabiliyor. ‘Arap petrolü’ demek olan ‘neft-ül Arap’ kelimesini tersten okuyunca ‘para lütfen’ cümlesi ortaya çıkıyor. Arapça’nın neden tersten okunduğu da çıkıyor ortaya. Sadece bizde değil yabancı dillerde de güzel örnekleri var. En meşhuru ‘NO X IN NIXON’ cümlesi. Anlamı ‘Nixon’da x yok’ demek ama tersinden okuyunca da aynı. Ama en güzel tarafı cümleyi 180° çevirip okuyunca da aynı. ‘Madam, i am Adam’ cümlesi de yabancı dile ait palindromik bir örnek.
Bazen öyle cümleler kullanırız ki, yazarak anlatmak daha kolay olur; ‘bizim çocuk boy atıyor’ dediğinizde karşınızdaki ‘bizim çocuk boyatıyor’ anlıyorsa kağıt kalemi alın elinize. Seçim günü ‘Ahmet mi? Oy atmaya gitti. Mehmet mi? O yatmaya gitti’ dediğinizde iki cümle de aynı anlamda olabiliyor. ‘Dükkana bir kamyonet geldi’ derseniz başka ‘dükkana bir kamyon et geldi’ derseniz başka, söylerken boşluk bırakın. ‘Yol açıktı, oyalanmadan yola çıktı’, ‘Özlem’le özlem giderdi, yoksa Özlem giderdi’ cümlelerini yazınca güzelleşiyor. ‘Bakkala girdim, piliç aldım’ cümlesini ‘pili çaldım’ olarak algılarsanız bakış açınız değişir karşınızdakine. ‘Az aldıkça azalmak’ ekonominin gereğidir, talep düşerse arz da düşer ama azaldıkça azalmak gitgide azalan bir şeyin ifadesidir.
Sizi esrarengiz bir öykü ile baş başa bırakayım:
Adamın bedeni cılızdı. Çehresi dövülmüş etten farksızdı. Gömleğindeki ‘ğ’ harfi, ısrarlı ivedilikle, jiletle kazınmıştı. Loş meskeninde, neden olduğu öngörülememiş puslu, renksiz silüetler şekillenmişti. Tasarlanmış uçurumdaki ümitsiz vasiyetini yeni zarflamıştı… diye devam eden bir hikaye size neyi çağrıştırıyor? (bunu düşünürken Yeşim’in ‘Aşk Alfabesi’ adındaki şarkısını dinlerseniz biraz neşelenirsiniz).