Yılmaz Güney’e Ezilen Sınıflar Zaviyesinden Bakmak
“Ömrümüzün bu kaçıncı baharı
Zehirli çiçekler sarmış her yanı
Hoş kokulu, allı morlu…
Yanıp durur içimizdeki İskenderiye
Bellekler kör
Günler kül karası.”
Bir bütün olarak tarihsel olay ve olgulara, bu olay ve olguların öznesi veya figüranı rolü biçilen bireylerin öncelikle yaşamlarına dair; üçüncü şahıs anlatımlarına (hafıza-i beşer nisyan ile malüldür sözünü tam da burada anımsatmakta yarar var) ve yazdıklarının, söylediklerinin bir kısmına dayanarak, “tarihle hesaplaşma” adına yapılan tartışmaları son süreçte sıkça yaşar olduk. Artık aramızda olmayan ama sanatsal, siyasal pratikleriyle ve üretimleriyle bir döneme damgasını vurmuş şahsiyetler hakkında ileri sürülen, son derece öznel, herhangi bir tarihsel bağlama oturtulmayan, eleştiri olarak kabul edilemeyecek iddialarla yüz yüzeyiz.
Muhasebe iyidir; tarihle, tarihi kişiliklerle ve onların düşünce ve pratikleriyle hesaplaşmak da çok çok önemli. Peki, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, bunun da belirli bir disiplin altında, ciddiyetle yapılması gerekmez mi? Toplumsal olay ve olguların öznesi veya nesnesi olan bireylerin yaşam pratiklerinin, düşünsel üretimlerinin, sanat eserlerinin içeriğinin gerçeğe en yakın haliyle anlaşılabilmesi, toplumsal veya bireysel olay ve olguların içinde cereyan ettiği “sürecin” (maddi yaşam koşullarının) bilinmesiyle mümkündür. Bu da yetmez, tarihsel değişimin ve bu değişimdeki devamlılığın da gözden kaçırılmaması gerekir.
Yılmaz Güney’in yaşam çizgisine dair genel geçer bilgiye sahip bir kişi bile, onun kültürel şekillenmesinde büyük bir rol oynayan feodal düşünce yapısının, 71 radikal devrimci çıkışının ardından yine kendisi tarafından yıkıldığı, politik bilinç sıçramasıyla köklü bir düşünsel dönüşüm yaşadığı gerçeğini gözden kaçıramaz/kaçırmamalı da.
Yılmaz Güney sinemasının geçirdiği değişim, onun yaşam öyküsündeki değişimin de bir yansımasıdır adeta. İlk filmlerinde vurgulanan tema, “ezilen, horlanan Anadolu çocuklarının otoriteye başkaldırısı”dır. Toplumsal yapının en altında bulunanların üsttekilere karşı (yiğitlik, mertlik gibi değerlere yaslanarak) yürüttükleri bireysel kurtuluş mücadelesidir. Bu dönem çektiği filmlerinin ideolojik zaviyesi de bu temel üzerine inşa edildiğinden, filmlerinin senaryosu “kötülük” kavramının cisimleştiği toprak ağasını, zalim patronu ortadan kaldırdığında kötülüklerin son bulacağı fikri ekseninde kurgulanır. Bu bir yanılsamadır ve Yılmaz Güney’in bir dönem filmlerine temel oluşturan bu bakış açısıdır.
Yılmaz Güney’in (zamanla üzerinden atarak başka bir düşünsel paradigma oluşturduğu bu sürecin başlarında) feodal değerlerle iç içe geçmiş bu dünya görüşü üzerine inşa ettiği eşkıyalık, kahramanlık görüngüleri, o günün koşullarında ezilen sınıfların ideolojik ve ahlaki değer sistemi içinde bir isyanın ifadesi olması özelliğiyle, sömürü düzenine karşı bir nitelik taşır. Toplumsal gerçeklere, mazlumun, ezilenlerin yaşadığı çilelere, yaşam mücadelesine ayna tutmaya çalışan Güney, bu dönemde sınıf çatışmasının farkındadır ancak sınıf savaşımına yön verecek politik düşüncenin de henüz uzağındadır. Silahın ve mertliğin gücüyle adaletsizliklere ve haksızlıklara karşı verilecek bireysel mücadelenin sonuçsuz kalacağından habersizdir.
Onun filmlerinde erkek egemen bir bakış görmek/göstermek için feveran edenler, Yılmaz Güney’in kamerasının yöneldiği toplumsal kesimlerin gerçek yaşamlarını, yaşamlarındaki ezen ve ezilen sınıflar arasındaki çatışmayı sinemanın etkileyici diliyle anlatmakla yetinmediğini, sinemasında gösterilen erkeklik, silah gibi metaforların o toplumun ruhuna sinmiş, ancak günümüzün egemen ideolojisinin değer yargılarına uygun olmasa da bunların, ezilenlerin kurtuluş özleminin sembol kavramları olduğunu görmek istemiyorlar.
Tarihe giriş bölümünde de belirttiğim gibi, herhangi bir düşünceyi ve pratiği meydana geldiği ortamdan ve o ortamı yaratan tarihsel süreçlerden bağımsız ele almak anakronizmdir. Hele de, kronolojik bir sıralama yapmadan, içine doğduğu politik, kültürel ortama dair bilgiye sahip olmadan yapılacak bütün değerlendirmeler hakikati gözetmeyen, ona yaklaşmak çabasında dahi olmayan bir nitelik taşıyacaktır.
Kadın sorunu da, bütün diğer sınıflı toplumlara özgü sorunlar gibi Yılmaz Güney’in içine doğduğu toplumsal yapının temel sorunlarındandı. Bu sorun onunla başlamadı, onunla da bitmedi. Onun ve onunla birlikte bütün insanlığın temel sorunu, ne kadar yaşam deneyimi kazanırsanız kazanın, dünyanın bütün kültürel değerlerini içselleştirmiş, bilince çıkarmış olursanız olun, yaşama veda ettiğiniz an itibariyle ilerleyen tarihsel süreç karşısında gerilemiş, fikirlerinizin ve pratiklerinizin eksikliği veya yetersizliği daha net görülür hale gelmiş olur.
Yılmaz Güney’in feodal yanları olarak gösterilen, içinden geldiği feodal yapının kültürel kodlarının (ne kadar üzerinden atmaya çalışırsa çalışsın) etkisinin zamanla tamamen ortadan kalkacağını veya ne kadar kalktığını ölçemeye çalışmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Ondaki düşünsel gelişim hattı doğrusal değildir. Sıçramalıdır. Eski fikirlerini, etkisinde olduğu feodal kültürü süreç içinde parçalayarak kendi düşünsel paradigmasını yeniden oluşturmuş bir karakter olması itibariyle de ayrıca övgüye değerdir. İnsanların bırakın düşün dünyasını, genetik kodlarına sirayet etmiş olan geçmişte yaşamış atalarının deneyimlerinin yükünü de sırtında taşıdığını da düşünecek olursak, Yılmaz Güney’deki düşünsel ve pratik gelişime saygı göstermemek mümkün değildir.
Bugün ölümünün 40. Yılında Yılmaz Güney’e vurmaya çalışanlar, onun şahsında, kadınlara şöyle davranırdı, silaha tutkundu, maçoydu gibi eleştirilerle Yılmaz Güney sinemasını, onun sanatsal ve siyasal görüşlerinin ve pratiklerinin değerini düşürmek, itibarsızlaştırmak istemektedirler. Yılmaz Güney’in şekillendiği 70’li yıllar ve dönemin devrimci hareketleri de sırasıyla bu karalamadan nasiplerini alacaklardır. Hatta benzer bir karalamaya maruz kalmışlardı da zaten.
Yılmaz Güney’i eleştirdiğini sanan ahmakların, Güney’in hangi dönemini eleştirdiklerini dahi bildiklerin sanmıyorum. Kahraman bireylerin kötülerden kurtuluş öykülerini anlatan filmlerinden, toplumsal sorunların çözümünde bireysel kurtuluşun mümkün olmadığını gören ve bu düşünceye koşut olarak çektiği sosyalist gerçekçi filmlere kadar toplumun sorunlarına farklı yaklaşımların söz konusu olduğu bu geniş yelpazede eserler veren ve geldiği aşamada sosyalist gerçekçi sanat anlayışını ortaya koyan onlarca kitap yazan Yılmaz Güney’e atılan bu çamurlar, tutmayacak, atanların ellerine yapışacaktır.